ahlak
 

    Güzel ahlak:

 

   İslam, bir yönüyle güzel ahlak demektir. Tasavvuf ise, güzel ahlakın ilerlemiş, kemâle ermiş, melekleşmiş bir mertebesidir. Allah Resulü (s.a.v.) şöyle buyurur:

   ,,Güzel ahlak sahibi, dünya ve ahiretin hayrını elde etmiştir.” Çünkü, güzel ahlak sahibinin elinden de dilinden de ilahî haklar ve kul hakları emin olur ve selamet bulur. Bundan dolayıdır ki, iki kocaya varmış olan kadın, ahirette en güzel ahlaklı hangisi ise onunla beraber olacak, onunla yaşıyacaktır.

   Bir başka hadis:

   ,,AlIah, hiçbir adamın; yaratılışını ve ahlakını güzel etmemiştir ki, cehennem ona tama’ etsin!” (Ebu Hüreyre’den, Taberani Evsat’ında)

   Evet; Rabb’ülâlemin güzel ahlak sahiplerini cehenneminde yakmaz. Zira onların yaratılışını güzel ahlak kıldığı için onu insanlara sevdirir ve tabiatını güzel kıldığı için, onu insanlar da ve Allah da sever. Ve böylece bu insanlar Allah’ın da insanların da muhabbetini kemale erdirmiş olur, dolayısıyle dünya ve ahiret saadetine nail olmuş olurlar. Bir gün Allah Resulü (s.a.v.), Ebu Hüreyre’ye hitaben:

   ,,Güzel ahlaklı olmaya devam et!” demişti. Ebu Hureyre sordu:

   ,,Güzel ahlak nedir ey Allah’ın Resulü?” Allah Resulü buyurdu:

   ,,Senden alakayı kesmiş olana iltifat et (ilgilen, git ve gel, hal ve hatır sor!..), sana haksızlık yapanı sen affet! Seni mahrum edene sen ver!” (Beyhaki)

   İhya’dan nakledildiğine göre, Allah Resulü duasında şöyle derdi:

   ,,Ya Rabbi! Beni adabın en güzeliyle ve mekârimi ahlak ile süsle!”

   Sıla; ziyaret, ülfet ve ihsan ile yaklaşmak, arayı ayırmamak, demektir. Sıla yapma budur. Yani senden ayrılana, senden uzak kaçana, sana hal ve hatır sormayana bunları yapmaktır. Onun sana rağbet etmiyeceğini bilsen de yine sen ona iyi davran! Sen hiç olmazsa ecir ve sevabını alırsın! Keza; sana yakışan bir şey de haksızlığa karşı affedici olmandır. Aftetme, büyüklük şanıdır. Hele hele intikam almaya gücün yettiği halde affetme çok büyük bir fazilettir. Kur’an şöyle der:

   ,,İyilik de kötülük de bir değildir (dereceleri vardır). Sen kötülüğü en güzel hareketle karşıla! Göreceksin ki, seninle arasında düşmanlık olan kimse sanki yakın bir dost olmuştur. Fakat bu dereceye ancak sabredenler ve ancak büyük bir nasib sahibi olanlar ulaşır.” (Fussilet, 34-35)

   Evet iyiliğe karşı iyilik yapmak kolaydır. Fakat, mühim olan kötüye ve kötülüğe karşı iyi davranmaktır, ki bu, büyük insanların kârıdır. Herkes bunu yapamaz. Ama yapmaya kendisini zorlamalı, büyük insanlar arasına girmeye çalışmalıdır. Bir başka ayet-i celilede Rabb’ülâlemin buyurmuştur: ,, M üttakiler... İnsanları aftedenlerdir...” (Ali Imran, 134)

   Bir başka hadis mealen şöyle:

   ,,Kim, intikam almaya kadir olduğu halde gayzını (gazabını) yenerse Allah onun kalbine emniyet ve iman doldurur.”

   Kendisini mahrum bırakan kimseye vermesine gelince: Mal ve ilim babında yardımcı olmak veya ihtiyacını gidermek, hizmetinde bulunmak demektir.

   Allah Resulü’nün, güzel ahlakı bu üçe tahsis etmesinin sebebi, bunların ahlakın en büyüklerinden oluşu hikmetine bağlıdır.

   Tenbih isimli kitapta kaydedildiğine göre, Memun’un cariyesi, bir gün kendisine çorba getirirken ayağı kayar, çorba Memun’un üzerine dökülür. Memun cariyeye vurmak ister. Cariye, Allah’ın: ,,Gayzini yutanlar  kavliyle amel et, der. 0 dedi ki: ,,Hadi yaptım, gayzımı yuttum!..” Bunun üzerine cariye: ,,O cümlenin arkasından gelen bir ifade var. 0 da ,,insanlardan aftedenler...” ile amel et!” 0 da: ,,Hadi seni affettim!” dedi. Bunun üzerin cariye: ,,Allah muhsinleri sever...” sözü ile amel et, dedi. 0 da: ,,Sana ihsan ettim ve seni azad ettim! Artık şimdi sen hürsün!..” dedi ve onu Allah rızası için azad etti.

   Camiüssağır’in kaydettiği hadis-i şerif de bu mealde:

   ,,Faziletlerin en fazilettisi şu üç şeydir: Senden uzak kaçana senin yaklaşman, sana haksızlık edene senin aftetmen, seni mahrum edene senin vermendir.”

   Bu üç şeyi yapmak her insanın işi değildir. Zira bunlar cidden çok zor şeylerdir. Adam, burnunu dikmiş, sana selam bile vermiyecek, sen de ona yaklaşıp, hal ve hatır soracaksın!.. Aftetme; halim olmanın ve şecaatli olmanın son derecesidir. Keza; mahrum edeni mahrum etmeme ise cömertliğin en üstünüdür. Alakayı kesenlere karşı alaka göstermek ve onlarla ilgilenmek, iyilik yapmanın ve iyi davranmanın en büyüğüdür. Bunun için şöyle de denmekte: ,,Kötülüğe karşı iyilikle mukabelede bulunmak demek, insanoğlunun en mükemmeli” demektir.

   Böyle olan ahlakın semerelerindendir ki, düşman dost olmaya dönüşür veya düşman maktul olmaya dönüşür ve kudret-i ilâhiyyenin oku ona isabet eder.

   O halde; Ey İslam yolunun yolcusu ve ey dervişi! Kalbini, rezaletlerden ve kötü huylardan temizlemen, bir taraftan da güzel ahlak ve faziletlerle süslemen tavsiye edilmektedir. İşte ,,Tasavvuf”, bu iki şeyden ibarettir. Bu hikmete binaen olsa gerek ki, ,,Tasavvuf ilminin” yerinde ,,Ahlak ilmi” tabirini kullanmışlardır. Ve yine bu hikmete binaen olsa gerek ki, ,,Tasavvufî” tarif yolunda şöyle denmiştir:

   Tasavvuf, her kötü huydan çıkış, her yüce huya giriştir. Tasavvufun tarifi yolunda çok sözler daha söylenmiştir. Bunlardan birkaçına daha işaret edelim:

   Cüneyd’den El-İmam Ebu Muhammed el-Hariri şunu naklediyor:

   ,,Tasavvuf; hakkın seni, senden öldürmesi ve seni kendisiyle yaşatmasıdır.”

   Ömer b. Osman el-Mekkî’den şöyle rivayet edilmektedir:

   ,,Tasavvuf; kulun her bir vakitte ve vakit içinde kendisi için en evla olan şey ile birlikte olmasıdır.”

   Kerhi’den nakledilir:

   ,,Tasavvuf; hakikatleri almak ve halkın elindekilerden ümid kesmektir.” Nitekim Kuşeyri’de aynı şeyleri söylemekte.

   Güzel ahlak:

   Abdülkadir el-Münavî, Camiüssağır’in şerhi Feyz-i Kadir’de şunu kaydediyor:

   ,,Bazıları güzel ahlakı birleştirip şöyle dediler:

   ,,Güzel ahlak; ihsan, ihlas, isar (başkasını kendisine tercih etme), seyyienin peşine haseneyi eklemek (tabi kılmak), istikamet (dosdoğru olmak), ibadet ve meişette iktisad (orta halli olmak, yani orta bir yol tutmak), kendi nefsinin ayıp ve kusurlariyle meşgul olup başkalarının ayıplarından sarf-i nazar etmek, insaflı davranmak, bazan ruhsatları işlemek, teslim ile birlikte itikattır, inanmaktır, kendi isteğiyle fakirleşmek, israfa varmaksızın mal harcamak, namusu korumak için mal infak etmek, emr-i mâruf yapmak, şüphelerden sakınmak, beis olan şeyleri bırakıp beis olmayan şeyleri işlemek, araları açılmış olanların aralarını bulmak, yoldan geçenlere eziyet verecek şeyleri yoldan gidermek, istişareye ve istihareye riayet etmek, edepli ve saygılı olmak, faziletli insanlara, şerefli mekan ve zamanlara hürmet ve saygıda bulunmak, mü’minlere karşı güleç yüzlü olmak, terbiye ve talim ile irşad olmak ve irşad etmek, selamı çok vermek, komşulara ikramda bulunmak, isteyene vermek, hatta istemeden vermek, başkasının yaptığı bir iyiliği büyük görmek, kendisinin yaptığını küçük görmek, güleçyüzlü olmak, alçakgönüllü olmak, sık sık tevbe etmek, iyilik ve takva yolunda ve mühlet vermede yardımlaşmak, acele edilmemesi gereken yerlerde acele etmemek, evi ve geçimi tedbir ile düşünmek, kibirlenene karşı kibirlenmek, herkesi layık olduğu menzillere indirmek, yani layık olduğu derecede, yer ve hürmeti görstermek, ehemmi mühimme tercih etmek, insanların zelle ve hatalarını görmemezlikten gelmek, eziyyetlere tahammül etmek, kadere rıza ve teslimiyyet göstermek, başkalarına eziyeti terk etmek, tembelliği, insanlara düşmanlığı, güçlük çıkarma ve mücadeleyi terketmek, usancı defetmek için azaltmak, nimeti dile getirmek, kardeşleri ve yardımcıları çoğaltmak, güç şeylere tahammül etmek, güzel isimlerle çağırmak, aile ve çocuklarına karşı bol elli olmak, töhmet yerlerinden sakınmak, zulüm yerlerinden ve isabetsiz sözlerinden sakınmak, Allah’ı unutmamak ve emirlerini harfiyyen yerine getirmek, Tıbb-i Nebevi ile tabiblik yapmak, işlerde sabır ve sebat etmek, Allah’a itimad etmek, nefısle cihad etmek, iyi işleri ve maslahata uygun olan şeyleri yapmak; celp etmek, Allah yolunda sevmek ve Allah yolunda buğzetmek, yumuşak huylu ve edepli olmak, emanetleri ve ahitleri muhafaza etmek, hüsn-i zan sahibi olmak, salihlere, fakirlere, alimlere, ihvan ve misafirlere hizmet etmek, küçüklere, yoksullara, yetimlere, hastalara ve hayvanlara merhametli ve şefkatli davranmak, tefekküre ve ibret almaya devam etmek, ilim talebinde bulunmayı adet haline getirmek, şiddetler arasında namaza, duaya iltica etmek, abdeste ve teheccüde ve diğer me’sur nafile namazlara devam etmek, nefis muhasebesi yapmak, nefse muhalefet etmek, Ehl-i Beyt’e muhabbet, adil ve latife sahibi olmak, münkerden nehy, nush, nezahet ve vera gibi hasletleri yerine getirmek.

   Bütün bunlar ayet ve hadislerin muhtevalarındandır. Bunların hıfz olunması yerinde olur, hatta vacip olur ve her yerde ve zamanda korunması gerekir.

   Ahlak-ı zemiyme:

   Geçen yazılarda ahlaktan, ahlakın iki kısım olduğundan ve ahlakın öneminden bahsedilmiş ve hatta ,,Tasavvuf’un güzel ahlaktan ibaret” olduğu bile söylenmişti. Nasıl söylenmesin? ,,İslam dini, bir yönüyle mekarim-i ahlaktan, yani güzel ahlaktan ibarettir” denmiştir, denebilmiştir. ,,Ben mekârim-i ahlakı tamamlamak üzere gönderildim!” diyen Allah Resulü (s.a.v.) olmuştur.

   Ve bu arada ahlakın biri hamide diğeri de zemime olmak üzere iki kısım olduğunu görmüştük. Mekârim-i ahlaktan yeteri kadar herhalde bahsettik. Onların bellenmesi, hıfzedilmesi ve yaşanılması gerektiğini ve ancak insanoğlunun bu surette manevî sahada yol alabileceğini de ilave etmiştik. Ve nihayet bu sahada ayet ve hadisleri de sıraladık...

   Bundan böyle de ahlak-ı zemimeden, yani kötü ahlaktan söz edeceğiz ve etmeliyiz. Çünkü, mevzular zıtlarıyla daha iyi tanınır, daha iyi anlaşılır. Güzel ahlakın yanında kötü ahlaktan da bahsedilirse insanımız bu iki ahlak arasındaki mukayeseyi yapma imkânına sahip olur; kötü ahlakın zararlarını, güzel ahlakın ise faydalarını müşahade eder, dolayısıyla güzel ahlaktan ayrılmaz, ona sarılır, onu kendisine şiar edinir, kötü ahlakı yanına, yöresine yaklaştırmaz ve bu suretle ucuz kahramanlardan değil, hakiki tasavvuf erbabından olur ve binnetice iman ehli olmanın yanında takva ehli de olur ve Yunus suresinin ,,Haberiniz olsun ki, Allah dostlarının üzerine ne bir korku vardır ne de onlar üzülürler. Onlar ol kimselerdir ki, iman etmişlerdir ve (emirleri gereği gibi yerine getirmenin yanında kötü şeylerden ve kötü ahlaktan son derece sakınmışlar ve bu surette) takva ehli olmuşlardır,” mealindeki ayet-i kerime’lerin sırrına mazhar olmuşlardır. Daha başka bir ifade ile; Allah dostu olmanın iki şartından ibaret olan iman vasfına da takva vasfına da sahip olmuşlardır. Rabb’imizden dua ve niyazımız odur ki, bizleri de bu iki vasfa sahip olan dostları arasına kabul buyurmasıdır. Kabul buyursun! (Amin!)

   Bu girişten sonra; ahlak-ı zemimenin tarifinden, mefsedetinden ve zararından, nasıl tehlikeli bir hastalık olduğundan, ilaç ve tedavisinin ne şekilde olacağından söz etmek istiyoruz: Önemine binaen, ahlakın tarifini, kısımlarını ve kısımlarının tariflerini tekrar görelim:

   Ahlak:

   Ahlak kelimesi ,,Huluk” kelimesinin cemi sığasıdır. Türkçe’de buna ,,Huy” denir ve şu şekilde tarif edilir:

   ,,Ahlak, öyle bir melekedir ki, öyle bir vasıf, öyle bir kabiliyyet, öyle bir sabit ve kalıcı bir keyfiyyettir ki, (itikad, söz, fiil ve hareketler) gibi nefsanî fiiller kendisinden kolayca sudur eder, meydana gelir.”

   İki kısma ayrılır:

   1- Nefs-i insaniden kolayca sudur eden inanış, söz, fiill ve hareketler aklın ve şer’in güzel addettiği cinsten ise, ona “Ahlak-i hamide” yani güzel ahlak denir.

   2- Nefs-i insaniden kolayca sudur eden bu filler, aklın ve şer’in kötü gördüğü cinsten iseler, onlara da ,,Ahlak-i zemime” yani kötü ahlak ismi verilir.

   Demek oluyor ki, ahlakî ve insanî değerlerin ölçüsü dindir; İslam’dır. Ne olursa olsun, İslam’ın güzel gördüğü, takdir ve tebrik ettiği şeyler güzeldir, güzel ahlaktandır. İslam’ın güzel görmediği, kabul etmediği, hatta reddettiği şeyler de ahlak-i zemimedir, çirkin ahlaktır. Daha açık bir ifade ile: Güzelliğin de çirkinliğin de ölçüsü İslam’dır, Kur’an’dır, şeriat’tır.,, Emredilen, tavsiye edilen herşeyde bir güzellik vardır; nehyedilen, terkedilmesi evla görülen herşeyde de bir çirkinlik vardır,” hükmü bir usul kaidesidir. Ve zamanla bu kaide değişmez, kıyamete kadar geçerlidir. Siz şeriat’ı, dolayısıyla ahlakı zamana uyduramazsınız, mahalli örf ve adete uyduramazsınız. Tersine zamanlar, örf ve adetler İslam’a, İslam’ın ahlakına uyacaktır ve uyma zorundadır. “Zamanın değişmesiyle hükümlerin değişmesi inkar edilemez” şeklindeki Mecelle kaidesi, cahil cühelanın anladığı manada değildir, genel değildir. Şeriat’ın zamana bağlı olarak getirdiği hükümlere mahsustur. Zamanın değişmesiyle elbette o hüküm değişecektir. Yine de bu değişmeye karar veren insan değildir, şeriat’tır. Binaenaleyh, devam ve sebatına karar veren de değişmesine karar veren de İslam’dır, şeriat’tır.

   Netice itibariyla şunu da söyleyebiliriz ki herşey ,,Edille-i Şer’iyyeye” bağlıdır. Bunlar da dörttür: Kitap, sünnet, icma-i ümmet ve kıyas-ı fukaha. Gerçi şer’î delillerin sayısını ulema otuzbeşe çıkarmışlarsa da aslında onlar bu dört delilden birine dayanmaktadır. ,,İstihsan, istishab, teharri, mesalih-i mürsele, kura, örf ve adet” bunlardan birkaçıdır.

   Kötü ahlakın sayısı:

   Güzel ahlakın sayısı çok olduğu gibi, kötü ahlakın sayısı da çoktur. Bazı alimler bunların sayısını altmışa kadar çıkarmışlardır. Yani diyebiliriz ki, kötü ahlak altmış civarındadır. Hususiyle benim sofu kardeşim bunları da bir bir bellemeli. Bellemeli ki, bunlardan birine kendini kaptırmasın, bunlardan birine yem olmasın!..

   Küfür:

   1- Eliyaze billah, Allah’ı inkar etme, O’nun varlığını ve birliğini kabul etmeme!..

   Günahların en büyüğü, ahlaksızlığın en şenii budur. Küfür; ahlaksızlığın en şenii olduğu kadar da insan için de hem dünya hem de ahirette öldürücü en büyük darbedir. Çünkü, dünya hayatında malı da canı da hederdir, dokunulmazlığı yoktur. Ahirette ise ebediyyen cehennemliktir. ,,El cezâü min cinsil amel: Yani ceza suçun cinsine ve miktarına göredir” hükmü bir hukuk kaidesidir. Kâfir-i billah olan kimse de suç ve cinayetin en büyüğünü irtikab etmiştir. Ömrü boyunca, her ne kadar kendisine deliller gösterilmiş, uyarılar yapılmış ise de bildiğinden şaşmamıştır. İnkârında ve küfründe devam etmiş ve bu minval üzere ölüp gitmiştir. Kendisine sonsuz ömür verilseydi, ömrünü hep küfür ve inkar içinde geçirecekti; küfründen vazgeçip imana gelmiyecekti. Sonsuz ömrünü imansızlık içinde sürdürecekti...

   Demek oluyor ki, küfür üzere ölen bir insan ne yapmış oluyor ve nasıl bir suçlu olmuş oluyor? Keyfiyetçe en büyük, kemiyyetçe de sonsuz bir suç işlemiş oluyor. Evet; böyle bir suçlunun cezası da keyfiyet ve kemiyyetçe suça denk olacaktır ki, adalet tahakkuk etsin! İşte o ceza da cehennem cinsindendir ve ebedidır, sonsuzdur. Kur’an şöyle der:

   ,,Kötülüğün karşılığı onun dengi bir kötülüktür...” (Şura, 40)

   Küfür nedir?

   Târifi: Küfür demek, inanılması, tasdik ve kabul edilmesi hal ve şanından olan bir hakikatı veya hakikatları inanması şanından olan kişinin red ve inkar etmesi, demektir. ,,Herşey zıddıyla bilinir” fehvasınca küfrün zıddı iman, imanın zıddı da küfür olduğuna göre; İmanın kısaca tarifi şöyle: Hazreti Muhammed’in, Allah tarafından getirip haber verdiği şeylerin doğru olduğuna inanmak, dil ile ikrar edip kalbiyle tasdik, etmektir. Demek oluyor ki, imanın oluşmasında iki unsur var. Bunlardan biri kalp ile tasdik, diğeri de dil ile ikrar. İmanda aranan bu iki şarttan biri olmadı mı yani ikrar var ama tasdik yoksa veya tasdik var ama normal zamanda ikrar yoksa iman yoktur, dolayısıyla küfür vardır, inkar vardır ve dolayısıyla böyle bir duruma düşmüş veya böyle bir durumdan çıkmamış, çıkamamış kimse de kâfirdir.

   Küfrün kısımları:

   Küfür; cehlî, cühüdî ve hükmî olmak üzere üç kısma ayrılır.

   Küfr-i cehlî:

   Küfr-i cehlî’nin sebebi şudur: Kevnî ve Kur’anî delillere bakmıyor, Allah’ın varlığı ve birliği hakkındaki Kur’an ayetlerini dinlemiyor, okumuyor, yerlere ve göklere, canlı-cansız varlıklara ve bu arada kendi vücuduna ve vücut yapısına bakıp da düşünmüyor, teemmül ve tefekkür etmiyor, ibret alıp mütenebbih olmuyor, olmak da istemiyor. Elhasıl: Ne aklî delillere bakıyor ne de naklî delillere. Körü körüne gidiyor...

   Basiretsiz ve idrâksız avamın saplandığı küfür bu cinsten bir küfürdür. Yani küfr-i cehlîdir.

   Cehl:

   Cehl demek, bilmemek demektir. Cehalet de aynı manaya gelir. Burada cehl veya cehaletten maksat küfre de ve başkalarına da şamil olan bir keyflyettir. Yani bilinmesi vacip olan şeyi bilmemektir. Başka bir ifade ile; bilme şanından olan bir kimsenin bilinmesi şanından olan bir şeyi bilmemesi demektir. Yani şöyle de diyebiliriz: Cahil kelimesiyle kâfir kelimesi arasında umum-husus-mutlak vardır; her kâfire cahil denir ama, her cahile kâfir denmez.

   Basit ve mürekkeb:

   Cehalet iki kısımdır: Biri basit, biri mürekkeb.

   Cehl-i basit: Sahibi, kendi bilgisizliğini biliyor ve gerçeğe uymayan bir inanç da taşımıyor. Daha açığı; bilmiyor ama bilmediğini biliyor, ama bilme imkanı var, öğrenme imkanı var, öğrenebilir, anlayabilir, idrâk edebilir. Fakat bu kabiliyyetlerini ve bu imkânlarını istimal etmediğinden cehline kurban gidiyor ve inkar içinde boğulup gidiyor.

   İşte böyleleri hayvanlar gibidir. Kur’an’ın tabiriyle hayvanlardan daha aşağıdır. Çünkü, Allah bunlara akıl vermiş, zeka vermiş, imkan vermiş, ama bunları hakda, doğruyu bulmada ve bilmede değil, batılda, şeytanlıkta kullanmış ve şeytanlaşmıştır. Allah’ın verdiği nimetlerde su-i istimal etmiş, onları kemalât yolunda harcamamıştır.

   Yine İslam’da bir kaide: ,,Bilinmesi vacib olanın cehli haramdır. İtikad ve farz-ı ayın’lar hakkında olduğu gibi. Farz-ı kifaye kabilinden ise bilinmesi vacib. Fakat bir kısım insanın bilmesiyle diğerlerinden haramlık sakıt olur. Ve fakat hiç biri bilmiyorsa hepsi aynı zamanda haram işlemiş olur. İlmi vacib olmıyanın cehli haram değilse de kemâlatından kaybetmiş olur.” İşte bu, ilim ve cehil babında birer esastır.

   Cehlin ilacı:

   Cehil, yani bilmemek bir nevi hastalıktır. Cehil hastalığının ilaç ve tedavisi de ilimdir, ilim öğrenmektir.

   Hayret, şek, tereddüt ve tevâkuf:

   Ahlak-ı zemimeden birincisinin Allah’ı inkârdan - Allah’a sığınırız -ibaret olduğunu gördük. Bu arada küfür kelimesinin târifini ve taksimini de gördük. Üç kısımdan ibaret olan küfrün birinci kısmını teşkil eden küfr-ü cehliyi ve sebebinin neden ibaret olduğunu, ilaç ve tedavisinin ne suretle olacağını da kaydettik. Cehlin öyle bir kısmı da var ki, ona hayret, şek, tereddüt veya tevakkuf adı verilir. Sebebi ise, delillerin taarruz hali de, yani birbirleriyle görünüşte çelişir halde olmasından meydana gelir ve bu durum karşısında insan hangisiyle amel edeceğini şaşırır, hayretler içinde kalır.

   Tedavi şekli:

   Cehlin ilacı genelde ilim olduğuna göre, bu çeşit cehlin tedavi ve ilacı da o babdaki kanun ve kaideleri iyi bellemek, rabt-ü zabt etmektir. Hayrette kalmak, tereddüde düşmek gibi cehalet cinsinden hasıl olan hastalıkların tedavisi de mantık gibi ve benzeri gibi meani, usul, cedel, kelam, hikmet gibi aklî ilimleri tahsil etmektir.

   Şurası da mutlaka bilinmelidir ki, Allah kelamında, Peygamber sözünde çatışma, çelişme olmaz, olması mümkün değildir. Çünkü, bir kişinin iki sözü arasında tenakuzun bulunmasının sebebi o kişinin cehlidir, cehaletidir. Allah (c.c.) ile O’nun elçisi (s.a.v.)’in sözleri arasında bazen görünüşte tenakuz olduğu görülürse de aslında ve hakikatta tenakuz ve taarruz yoktur. 0 iki söz arasında mutlaka bir çıkış yolu vardır. İşte o çıkış yolunu bilmek ve bulmak lazım. Bunun da tek çıkış yolu vardır. 0 da ilimdir, ilim tahsilidir. İlgili ilimleri tahsil etmektir. İşte bu noktadan hareketle: İki delil arasında gözüken tenakuzu gidermek, bu iki delilin arasını telif etmek için, mantık, cedel, kelam gibi ilimleri tahsil edip usul ve kaidelerini bilmek ve yeri geldiğinde onları tatbik etmektir.

   Mesela iki ayet arasında veya iki hadis arasında veya ayet ve hadis arasında bir çelişme görüldüğünde önce bunların nüzul ve vürud tarihlerine bakılır. Birinin önce diğerinin sonra geldiği tesbit edilirse, ikincinin nasih, birincinin mensuh olduğu kanaatine varılır, ikinci ile amel edilip, birinci ile amel terkedilir. Bu da yine ilme bağlıdır; tarihi bilmenin yanında nesih meselesini de bilmelidir. Keza; Usul-i Fıkıh kitaplarında zikredildiğine göre nüzul ve vürud tarihleri bilinmediği takdirde bir kurtuluş yolu aranır. Hüküm, zaman ve mahal yönünden o iki delilin araları mümkün olduğu kadar cem ve telif edilir ve ikisiyle de mehma imkan amel edilir.

   Şayet bir çıkış yolu bulunamazsa ve ikisiyle de mehma imkan amel etme mümkün olmazsa, terketme yoluna gidilir. Mesela: Şöyle bir yol takip edilir; Ayetler arasında telif mümkün olmazsa, sünnet’e gidilir, sünnet’ler arasında telif mümkün olmazsa, sahabenin sözlerine gidilir, sahabenin sözleri arasında telif mümkün olmazsa kıyasa gidilir ve iki kıyas arasında bir telif imkanı olmazsa ozaman da kalbin şehadetine ve tercihine bakılır. Bu da mümkün olmazsa, o iki delil yok farz edilir.

   Ve yine usul ilminde kaydedildiğine göre taarruz halinde olan iki delilin nüzul ve vurud tarihleri bilinmediği takdirde bakılır: İki delilden biri haram hükmünü, diğeri mübah hükmünü ifade ediyorsa, haram hükmünü ifade eden delil, nasih kabul edilip onunla amel edilir. Çünkü aslolan ibahettir.

   Keza; haram hükmünü getiren delil, mübah, mendub ve kerahat hükmünü ifade eden delillere tercih edilir. Vücub hükmünü getiren delil mendub hükmünü getiren delile tercih edilir. Had cezasını defeden delil, vacib kılan delile tercih edilir; hafif hüküm ifade eden delil, ağır hüküm ifade eden delile tercih edilir. Hakikat, mecaza, sarih kinayeye, nehiy emre, emir ibaheye, ihtimali az olan ihtimali çok olana, mecaz müştereke, lügaten müstamel, şer’a müste’male tekidli olan tekidsize, tahsis görmemiş ammî, tahsis görmüş amme, mükayyed mutlaka, mutlak-ı takyid, mukeyyedi tevile, 1am ile muhalla cemi sığasını ve ism-i mevsuli 1am ile muarref olan ism-i cins üzerine, icma delilini nass üzerine, haber-i meşhur ahada, mütevatir meşhura, fıkıhla mâruf olanın haberi fakih olmayanın haberine, rivayetle mâruf olanın rivayeti böyle olmayanın rivayetine, müsned mürsele; tabiinin mürseli tebe-i tabiinin mürseline, isnad yönünden üstün olanın rivayeti alçak olanın rivayetine, Peygamber’e kadar ulaşan ananeli müsnedin mâruf kitablara ihale edilene, sıhhati meşhur ve mâruf kitaba dayandırılan rivayetin, böyle olmayan kitaba, bilittifak müsnedin ihtilaflı olana, şeyhe okunan rivayetin şeyhin okuduğu rivayete, Peygamber’den işiten ravinin rivayeti işitip işitmemiş olmasında ihtimal olana, ravisi sika, zeki, takva ehli, zabta sahib olanın rivayeti böyle olmayanın rivayetine, hadisin vürudu ile ilgili ravinin rivayeti ilgili olmayan ravinin rivayetine, başka delille teyid edilenin teyid görmeyen delille, Medine ehlinin ameline muvafık olanın olmayana, Halife’lerin ameline muvafık olanın olmayana, illeti zikrolunanın olmayana, sebebi has üzerine varid olan ammın böyle olmayana, vürud sebebi zikrolunanın zikrolunmayana tercih edilir.

   İki kıyas arasındaki tercih sebepleri diğer deliller arasındaki tercih sebepleri gibidir.

   Ya tercih sebepleri taarruz ettiği takdirde nasıl amel edilir? Bakılır: Tercih vasfı zati olan arizî olana tercih edilir.

   Mezheb tanımayıp da ,,Ben bulduğum ayet ve hadisle amel ederim” diyen yeni müctehidler (!) taarruz ve tercihle alakalı meseleleri çok iyi okusunlarki, ilmi seviyelerini bilip boylarının ölçüsünü bir alsınlar!..

   Hükümde Tevafuk:

   Bütün bu tercih yolları arandı ve tarandı da bir çıkış yolu bulunamadı, o zaman tearuz hüküm sürer. Ve işte o zaman şek ve tevakkuf kendini gösterir. Bundan dolayıdır ki, bazı müctehidler bazı meselelerde tevakkuf etmişlerdir; ,,Evet veya hayır” şeklinde bir hüküm beyan etmemişler, sükutu ihtiyar etmişlerdir. Mesela:

   Merkeb (eşek)in ve anası merkeb olan katırın suyunun artığı hakkında üç imamımız (Ebu Hanife, Ebu Yusuf ve Muhammed, Allah kendilerine rahmet etsin) tevakkuf etmişler, şek etmişler, ,,Temizdir veya değildir” diye kesin konuşmamışlardır; temizliği ve temizleyiciliği hakkında şüphe etmişlerdir ve neticede bunların suyunun artığına ,,Ma-i meşkuk” demişler: ,,Başka bir su bulunmadığı takdirde hem su ile abdest alacak hem de teyemmüm edecektir,” demişlerdir. Neden? Çünkü, eşeğin etinin temiz olup olmaması hakkında varid olan deliller taaruz halinde, birbirleriyle çatışıyorlar. Haberler çelişkili, kıyas mümteni.

   Hz. Enes’in iki rivayetinden birinde ,,Evcil eşeklerin etlerinin yenmesi yasaklanmış oluyor, diğer rivayetinde ise ,,Şu eşeklerden başka benim malım kalmadı,” sualine cevaben Allah Resulü (s.a.v.) şöyle demiş oluyor: “Malın semizinden ye!”

   Diğer iki rivayet de çelişkili: Abdullah b. Ebi Evfa’nın rivayeti şöyle:

,,Hayber günü evcil eşeklerin etleri haram kılındı.” Galib b. Ebcer’in rivayeti de şöyle: ,,Peygamber, eşeklerin etlerini mübah kıldı.”

   Eşeklerin etleri hakkında vaki olan bu çelişkili haberler su artıkları hakkında da tereddüt ve şüphe getirmiştir. Nitekim: Bu hayvanların su artıkları; İbn-i Ömer’in rivayetinde necis olmasına rağmen İbn-i Abbas’ın rivayetinde temiz olduğu zikredilmektedir.

   Kıyasta mümteni:

   ,,Kediye kıyas edip su ile abdest alınabilir,” diyemiyorsunuz. Çünkü, eşek kedi gibi ,,Tavvafinden” değil; ,,Köpeğe de kıyas edip suyunun artığı ile abdest olmaz!” diyemiyorsunuz. Çünkü zaruret var. Şöyle ki, merkeblerin insanlarla haşir neşir olmaları köpeğinkinden daha çok.

   İmam-ı Azam’ın Tevakkufu:

   Rivayete göre İmam, sekiz meselede tevakkuf etmiştir; evet veya hayır şeklinde cevab vermemiştir. Bunlardan bir kaçı:

  a) Kâfirlerin küçük yaşta ölen çocukları: Cennette mi, cehennemde mi?

   b) Çocukların sünnet olma vakti:

   Hangi yaşta?

   c) Dehir kelimesi:

   Belli bir müddetten mi ibaret, yoksa ,,Ebedi” mi demektir.

   d) Kabir azabı:

   Ruha mı bedene mi?

   e) Melekler ile peygamberler arasındaki efdaliyet:

   Melekler mi yoksa peygamberler mi daha efdal?

   f) Cellalenin yani necis yiyen hayvanın: Etinin temiz olması için kaç gün hapsedilmesi lazım?

   g) Av köpeğinin yetişmesi:

   Ne zaman ve nasıl yetişmis olmalı ki, avladığı hayvanın eti yensin?

   Sebep takva ehli olmak:

   Bütün bu tereddüt ve tevakkufların ve kesin karar verememenin tek sebebi vardır. 0 da takvadır, Allah’tan korkmadır; fetva vermenin, şeriat adına konuşmanın ağırlığını idrâk etmedir.

   ,,Cahil cesur olur; dine karşı laubali olanlar, Allah’tan korkmayanlar cüretkâr olur, ilimden yoksun olanlar hafif olur,” gibi sözler birer darb­ı mesel haline gelmiştir.

   İşte günümüzün yeni müctehidleri (!) işte ucuz kahramanlar, işte ham sofular! Dikkat edin! Bir tarafta İmam-ı Azam ve emsali zevat ve onların sahip oldukları ilim, takva ve ihtiyatlı davranmaları, kesin kanaat izhar etmeyip duraklamaları, bir tarafta da bunları beğenmeyen, bunların ictihadlarına hor bakan, kitablarına tenezzül etmeyen, dolayısıyla kendi mezhebini terkedip üç-beş kuruşa tenezzül ederek başkalarının meddahlığını yapan, on iki ilimden haberi olmayan, Allah’tan korkup Ümmet-i Muhammed’den utanmayan, üstelik allame kesilip ahkâm çıkarmaya cüret eden ve nihayet başından büyük haltlar karıştıran kendini bilmez cühelanın, ilimden irfandan haberi olmayan ucuz kahraman sofuların arz-ı endam etmelerini gözden geçirin! Geçirin de bu ümmetin ne hale gelmiş olduğunu bir görün!..

   0 büyük müctehidler, o muazzam dahiler, o her biri birer deniz mesabesinde olan alim ve allâmeler, o bildiğini bilen ve gereğini yerine getiren, bilmediği veya tereddüt ettiği yerde de susmasını ve ,,Bilmiyorum!” demenin de ilimin yarısı olduğunu bilen fazilet ve takva ehli gitmiş de vadiyi boş bulan tilkiler, valiliklerini ilan etmişlerdir!..

   Herhalde Allah Resulü (s.a.v.) şu sözleriyle bu echel-i cüheladan tecehhül etmiş cahilleri tasvir etmekte:

   ,,Allah, insanların (göğüslerinden) ilmi çekip almaz. Lakin alimleri almak suretiyle alır. (Ortada) Alim kalmayınca, insanlar cahilleri başa geçirirler. Onlar da kendilerine sorulanlar hakkında ilimsiz fetva verirler. Hem kendileri delalete düşerler hem de başkalarını delalete düşürürler. (Yani hem dall hem de mudil olurlar.)” (İbn-i Mace, Mukaddime

   Dini meselelerde acele etmemek ve ihtiyatlı davranmak:

   Mâlum, dini meselelerde konuşmak demek, Allah adına, şeriat adına konuşmak demektir. Kesin bilmediği mevzularda ya susmalı ya da bilmiyorum demelidir. Bilmiyorum demek peygamberlerin, hatta meleklerin adetlerindendir. Dürr’ül Münteka’da kaydedildiğine göre, Allah Resulü (s.a.v.)’e “Yeryüzünün en eftal yeri neresidir?” diye soruldu. ,,Bilmiyorum; Cebrail Aleyhisselam’a sorayım” demişti. Sordu; 0 da ,,Bilmiyorum, Aziz ve Celil olan Rabb’ülâlemin’den sorayım...” diye cevap vermişti. Rabb’ülâlemin de cevap verdi:

   ,,Yeryüzünün en eftal ve en hayırlı yeri mescidlerdir, mescidlerin en hayırlı sakinleri de mescide en önce giren ve en sonra çıkandır. Şerlisi de en sonra giren ve en önce çıkandır.”

   Bu babda söylenenlerde müftülere büyük bir tenbih dersi vardır. Şöyle ki, sorulan suallerde şayet bilmiyorsa ,,Bilmiyorum” demekten çekinmemelidir. Zira şer’i meselelerde tahmin yürütmek caiz değildir; Allah’a, şeriat’a iftira olur ki, bunun vebali de çok büyüktür. Irakayn’nin yani Basra ile Kufe müftüsü Şabi’ye bir mesele soruldu. 0 da ,,Bilmiyorum” cevabını verince, iki Irak’ın müftüsü olduğun halde ,,Bilmiyorum demekten utanmıyor musun?” dediler. 0 da şu cevabı verdi: ,,Niye utanayım; Mukarreb melekler bile bilmiyoruz dediler. Ben kim oluyorum...” diye karşılık verdi. Keza; İmam Ebu Yusuf’a bir mesele sorulmuştu. 0 da bilmiyorum demişti. Cevap verdiler ve dediler ki: Beytülmaldan günde şu kadar yersin de bilmiyorum dersin? Öyle mi? 0 da şu karşılığı vermişti: ,,Ben ilmim kadar yiyorum. Eğer cehlim kadar yani bilmedikterim kadar yeseydim dünyanın malı da bana yetmezdi...” Bir örnek daha: Ebu Bekir El-İyaz’a minberde iken bir mesele soruldu. 0 da ,,Bilmiyorum” cevabını verdi. ,,Orası cahillerin yeri değil, orası yüksek yerdir, oraya alimler çıkar!..” dediler. 0 da şu karşılığı verdi: ,,Ben ilmim kadar yükseğe çıktım. Eğer cehlim kadar yükseğe çıksaydım, başım göğe değerdi.” Yine bir başka misal daha: İmam-i Malik Hazretleri’ne kırk mesele soruldu da o sadece dört meselesine cevap verdi, otuz altısına ,,Bilmiyorum” dedi. Bu şekilde cevap verişi onun müctehid oluşuna münafi değildir. Çünkü, araştırması ve düşünmesi gerekli idi. Ve son bir örnek de şu: Bir âlimden bir mesele sorulmuştu. 0 da ,,Bilmiyorum” diye cevap vermişti. Adamın birisi ona dedi: ,,Orası cahillerin yeri değil, âlimlerin yeridir!..”Alim, cevap verdi ve dedi ki: ,,Şu bulunduğum yer bilebildiğini bilen ve bilemediğini de bilmiyenlerin yeridir. Ama herşeyi bilen ve fakat hiç bilmediği olmayanın yerine gelince 0, mekândan münezzehtir (c.c.).”

   Herhalde bu kadarı ucuz kahramanlara ders ve nasihat yönünden yeter de artar da!..

 

   Cehli Mürekkeb:

   Cehaletin ikinci kısmı cehli mürekkeb’dir

   Cehli mürekkeb demek, bir şeyi o şekilde biliyor ve o şekilde itikad ediyor ki, o şey gerçekde hiç de öyle değil. Felsefecilerin ve sapık fırkaların seriat’a muhalif inanış ve itikadları gibi. İnsanlar bu yönden dört kısma ayrılırlar:

   1- Bilir, bildiğini de bilir. İşte bu âlimdir. Buna uyun!

   2- Bir adam ki, bilir. Ve fakat bildiğini bilmez. Bu da uyuyor. Bunu uyandırın!

   3- Bir adam ki, bilmiyor ve fakat bilmediğini biliyor. Buna öğretin!

   4- Dördüncü bir adam da var ki, bilmiyor ve fakat bilmediğini de bilmiyor. Bu ahmak bir insandır. Bundan sakının!

   İşte cehli mürekkeb dördüncü sıraya giren insandır. Yani bilmiyor ve fakat bilmediğini de bilmiyor. Bundan sakınmak gerek. Çünkü bu, cehli basitten daha şerli ve daha zararlıdır. Cehli basitte cehalet bir, bunda ise ikidir. Yani bu katmerli cahildir. Bunu uyarmak ve buna bir şey vermek çok zordur. Çünkü, bu çeşit cehalet müzmin bir hastalık gibidir ki, doktorları da yorar, tedavisi mümkün değildir. İsa Aleyhisselam’ın dediği gibi: ,,Ben anadan doğma gözsüzleri tedavi ettim, alaca hastalıkları iyileştirdim ve ölülerin dirilmesine biiznillah sebep oldum ama, katmerli cehalet hastalıkları beni yordu.”

   Sebep ise, böyle katmerli bir cehalete sahip olan insan, bu şekildeki cehlini ilim ve kemal zanneder, dolayısıyla deva ve ilacını aramaz ve arama ihtiyacını asla duymaz. Siz onu uyardığınız ve tedavi için üzerine gittiğiniz zaman, o size bilgiçlik taslar ve size öğretmeye yeltenir. Neticede ona bir şey veremezsiniz ve bir şey kabul ettiremezsiniz. Örnek mi istiyorsunuz: Günümüzün particileri!.. Günümüzün dervişleri ve günümüzün yeni müctehidleri, bir kelime ile ucuz kahramanları!..   

   İşte böylelerine öğüt ve nasihat kâr etmez. Çünkü, katmerli bir cahildir. Bilmez, bilmediğini de bilmez. İki kat cahil, hastalığı iki kat! Öyle bir hastalığa yakalanmış ki, o hastalığın dehşet ve şiddetinden kendisinin hasta olduğundan bile haberi yok, kendisini sapasağlam zannediyor!.. Bilmiyor ve bilmediğini de bilmiyor. İşte İslam’da parti yoktur, İslam’da taviz yoktur, İslam’da uzlaşma yoktur, İslam’da hangi isim altında olursa olsun, İslamî olmayan sistemlerin yeri yoktur, dersiniz, kaynaklar gösterir, deliller getirirsiniz, misaller verirsiniz, yine de o ,,İlla da odunumun parası!..” der durur. Çünkü, adamda şuur yok, araştırma yok, izan ve insaf yok!.. Sadece bir şey var. Oda söz benim olsun!

İnkâri ve inadi küfür:

 

   Küfrün ikinci türü, inkâr ve inaddan kaynaklanan küfürdür. Yani onun inkârı bilmediğinden kaynaklanmıyor, bildiği halde inad ediyor ve inkâra sapıyor. Böyle bir küfre sapmanın ve saplanıp kalmanın üç sebebi vardır. Büyüklük taslamak (kibirlenme), makam sevgisi ve korku.

    Büyüklük taslama ve kibirlenme:

   Kur’an tabiriyle buna ,,İstikbar” denir. Böylelerine de ,,Müstekbir” ismi verilir. Firavun ve ileri gelen adamlarının küfrü gibi. Kur’an şöyle der:

   ,,Sonra Musa ve kardeşi Harun’u, mucizelerimizle ve apaçık bir delille, Firavun ve ileri gelenlerine gönderdik de iman etmeyi kibirlerine yediremediler. Zaten kibirlenen (ve dik başlı) bir toplum idiler. Kavimleri (yani İsrailoğulları) bize kölelik ederlerken, şimdi bizim gibi iki insana iman mı edeceğiz, dediler. Onları yalancı saydılar ve helak edilenlerden oldular.” (Mü’minun, 45-48)

   ,,Vicdanları da onların doğruluğuna kesin inandığı halde, sırf haksızlık ve kibirden dolayı onları bilerek inkâr ettiler. İşte bak o fesatcıların sonu nasıl oldu!” (Nemil, 14)

   İşte bu ayetler gösteriyor ki, Firavun ve adamlarının küfre sapmalarının ve saplanmalarının tek sebebi var; 0 da onların müstekbirlerden olmaları, yani kendilerini büyük görmeleri, üstün görmeleri ve tepeden bakmaları idi. Demek oluyor ki, kibirlenme insan için felakettir, öldürücü bir hastalıktır. insanoğlunu gerçekleri bile inkâra götürür ve saptırır ve nihayet insanı dünyasından da eder ahiretinden de!..

    Korku ve endişe:

   Küfürden dönmelerine engel olan veya imandan küfre gitmelerine sebep olan hastalıklardan biri de korkudur, can korkusudur, mal korkusudur, makam ve memuriyetin elden gitme korkusudur. Yani adam düşünüyor: Şayet ben iman edersem, şayet ben şeriat dersem, şeriat’tan yana olursam, Kur’an devlet olsun dersem, benim malıma, benim mülküme el koyarlar, beni memuriyetimden atarlar, benim riyasetim elimden gider, benim etrafımdaki adamlar dağılır, beni hapsederler, beni ipe çekerler gibi endişe ve hastalıklar imana gelmesine mani olur da küfründe bile bile ısrar eder... Veya günümüzün hocalarının yaptıkları ve düşündükleri gibi, “Biz, bizden istenen anayasayı ve ilkeleri korumaya dair söz verip yemin etmezsek, altını imzalamazsak bizi görevden alır, maaşımızı keserler.” İşte bu endişe ve bu korkular ne yapıyor? Onları imandan çıkarıp küfre sokuyor...

    Tarihte bunun örnekleri çoktur!

    Hirakl:

   Hirakl, Rum diyarının kralı ve devlet başkanı idi. ,,Kayser” ünvanıyla anılırdı. Peygamber Efendimiz (s.a.v.) ona, Dihye ile İslam’a davet mektubunu göndermişti. Hirakl, kendisine bu mektup ulaşmadan önce şöyle bir rüya görmüştü: Bir gece önce gördüğü rüyada yıldızlara bakmış, Allah Resulü’nün şan ve şerefini, dinin yayılıp yükselmesini, diğer dinleri neshettiğini gördü ve endişeli bir halde sabahladı. Ve bunu devletin ileri gelenlerine söyledi ve onlar da bu hususu araştırmaya koyuldular. Tesadüf o sıralarda da bir ticaret kafilesiyle birlikte Ebu Süfyan Şam’da bulunuyordu. Ebu Süfyan’ı bulup kralın yanına getirdiler. 0 da Ebu Süfyan’dan şu soruları sordu:

   ,,O sizin eşrafınızdan mıdır? Yoksa fakirlerinizden midir? Bundan önce sizin içinizden bir peygamberlik iddiasında bulunan oldu mu? Bu zatın dedeleri içinde hükümdarlık ve emirlik yapan olmuş mudur? Onun etrafında toplananlar zenginler mi yoksa fakirler mi? Kaviler mi yoksa zayıflar mı? Onun durumu artma yolunda mı yoksa eksilmeye doğru mu gidiyor? Dininden geri dönenleri etrafında bırakır mı? Yoksa uzaklaştırır mı? Ondan zulüm ve haksızlık sudur eder mi? Ahlak yapısı aranızda nasıldır? Yalancılıkla tanınır mı? Muharebede galebe kimdedir?”

   İşte buna benzer birçok sualler sordular. Ebu Süfyan da kendisine sorulan bu suallerin cevabını hak ve hakikata uygun bir şekilde cevablayınca kral, ,,Evet; işte bütün bunlar birer peygamberlik alametidir...” dedi ve mektubu okuttu. Mektubun okunmasından sonra içinde bulunan imanı Dihye’ye açıkladı. Ve şunu ilave etti: ,,Ve eğer imanımı bunlara karşı açıklarsam, canımdan korkuyorum,” dedi. Fakat bu mektubumu, herkes için güvenilir ,,Dağatir” ismindeki rahibe götür. Çok bilgilidir. Umulur ki, o iman eder ve ona bunlar iktida ederler de herkes müslüman olur, dedi.

   Bunun üzerine elçi rahibe gitti. Rahib, Efendimiz’in mektubunu gördüğü zaman, onun doğruluğunu bildi ve iman etti. Kavmini de onun dinine çağırdı. Onlar ise rahibi öldürdüler. Dihye de Hirakl’e döndü ve haber verdi. Bunun üzerine o şöyle dedi: ,,Şayet işte bu korku olmasa ben de imanımı izhar ederdim,” dedi.

   Daha sonra kendisinin tanıdığı ve ilmine güvendiği birisinden bir mektup aldı. Mektubunda Hz. Muhammed’in peygamberliğinden bahseden ve doğruluğunu anlatan yazılar vardı. Bunun üzerine kral adamlarını çağırdı ve onlara mektupların muhtevasını anlattı. Onlar ise tepki gösterdiler ve imandan imtina ettiler. Bunu gören kral, ,,Yok, yok! Ben sizi denedim, dininize bağlı olup olmadığınızı tekrar görmek istedim...” dedi. Onlar da kralın bu sözlerinden razı olarak ona secde ettiler. Ve bu suretle Hirakl, gerçekleri görmüş ve kalbine iman doğmuşken, mücerred etrafının ve adamlarının tepki göstermeleri ve riyasetinin elden gideceği korkusu ne yaptı? Onun imana gelmesine engel oldu ve küfür içinde saplanıp kaldı.

   İşte böyle küfre, küfrî inadi denir. Ve bu çeşit küfürler dünyayı ahirete tercih etmenin acı bir neticesidir. Rabb’im bizleri muhafaza buyursun!..

    Peygamberimiz’in Hirakl’e yazdığı mektup:

   Efendimiz (s.a.v.)’in diğer hükümdarlara yazdığı mektupların yanında Rum hükümdarı Hirakl’a da mektup yazmıştı. İşte bu mektubun tercemesini kaydediyorum:

   ,,Rahman, Rahim olan Allah’ın adıyla! Abdullah’ın oğlu ve Allah Resulü Muhammed’den Rum büyüğü Hirakl’a!

   Hidayete tabi olanlara selam olsun!

   Ben seni İslam davetiyle davet ediyorum; Müslüman ol ki, selâmet bulasın! Ve iki ecre nail olasın! Eğer yüz çevirirsen,Yerisîler’in vebali senin üzerine olur. Ve Ey Ehl-i Kitab! Aramızda müsavi olan bir kelimeye geliniz (böyle bir kelimenin etrafında birleşelim): Allah’tan başkasına ibadet etmiyelim ve O’na hiçbir şeyi ortak koşmayalım, Allah’ı bırakıp da birbirimizi Rabb edinmiyelim. Eğer onlar yüz çevirirlerse, siz onlara, siz şahid olun, biz müslümanlardanız.”

   Şerh-i Kirmani’nin Nevevî’den naklettiğine göre, Peygamber’in mektubunun usul ve uslubunda bir takım kaideler var:

   1- Gönderilen kişi kâfir de olsa mektubu Besmele ile başlamak müstehabtır. Ayet de yazmak caizdir.

   2- Önce mektubu yazanın ismiyle başlayıp sonra mektup gönderilenin ismini ilave etmek. Bunun tersine de ruhsat verilmiştir.

   3- Kâfir de olsa insanların yanında makam ve mevkileri varsa ve şayet müslümanların bir maslahatı bahis mevzuu ise, mesela tebliğ yapmak gibi, böylelerine iltifatlı davranmada bir beis yoktur, hatta müstehab sayılmakta.

   4-Yine bu mektupda şuna da işaret vardır: Müslümanların maslahatı varsa yumuşak davranılması, müdara ile idare edilmesi ve hatta kâfir dahi olsa selam verilmesinin bile caiz olacağı. Çünkü, böyle davranmada kâfire hürmet ve saygı için değil, ammenin maslahatı için ve İslam’ın güzelliklerini edep ve terbiyesini göstermek için. Bununla beraber iltifatlı davranmayı ve selam vermeyi kâfire hitaben tahsis etmez, umumi olarak yapar. Mesela: ,,Selam Hakk’a tabi olanlara, selam hidayete tabi olanlara veya selam doğru yolda olanlara olsun” şeklinde olması daha güzeldir

   MAKAM SEVGİSİ:

   Küfr-i inadiye sebebiyet veren hastalıklardan biri de riyaset sevgisidir. Makam sevgisi ve baş olma düşkünlüğüdür. Keza şan ve şeref peşinde koşma, nâm ve şanının etrafta duyurulması ve tarihe geçmesi sevdasına sahip olmasıdır.

   Hübb-i riyaset ve makam sevgisi öyle kötü bir hastalıktır ki, 0 hastalığa bir kendini kaptırdı mı, ele geçirmesi için veya elde tutması için ne yapılması gerekirse onu yapmada tereddüt etmez. Gerekirse, Allah korusun, imanda, imana gelme yolunda inad eder veya mevcut imanını terkeder. İşte gördünüz mülk, makam düşkünlüğü insanı nelerle karşılaştırıyor ve nerelere götürüyor?

    Kâ’b b. Mâlik’in Allah Resulü’nden rivayet ettiği bir hadis şu mealde:

   ,,Kişinin mal ve şerefe olan hırsının dini hakkında açtığı yara, koyun sürüsüne bırakılan aç iki kurdun açtığı yaradan daha fazladır.”

   Münavi, bu hadisi izah ederken diyor ki, aç iki kurdun koyun sürülerine verdiği zarardan kişinin mala ve şerefe olan düşkünlüğü dinine verdiği zarardan daha azdır. Yani hırsın dine verdiği zarar daha büyüktür. Burada kurtlar zikredildi. Çünkü, kurtta hırs çok fazladır. Sürüye saldıran kurt, bir iki koyunla yetinmez; boğar boğar bırakır. Hele aç da olursa!..

    Beyhaki’nin Enes’den (r.a.) rivayet ettiğine göre,Allah Resulü şöyle buyurur:

   ,,Allah Teala’nın kendisini koruduğu haric, kişi için dini ve dünyası sebebiyle insanların parmaklarıyla ona işaret etmeleri şer olarak ona kâfidir.” Çünkü, o insan böylece insanlar arasında biricik ve büyük kalmaktadır. Bunun için şöhret afet oldu.

   Dini sebebiyle olana gelince; amele itimad, gösteriş, dünyayı biriktirmeye alet etmesinin kaynağı olmasından dolayıdır. Bir açıklamaya göre de: Şöhret; kibirlenmenin, zulmün, ibadet ve taatten yüz çevirmenin, dünya varlığına dalmanın menbaidir.

    Deylemî’nin İbn-i Abbas’tan rivayet ettiği bir hadis de şöyle:

   ,,Kişinin, insanların kendisini övmesinden hoşlanması gözlerini kör, kulaklarını sağır eder.”

   Yani o övülme ona öyle hakim olur ki, onun sevincinden ve kendisine getireceği gururdan o hale gelir ki, artık onun gözleri hak ve batılı seçemez olur, onun kulakları hak ve batıl hakkında söylenenleri işitmemiş gibi olur. Keza o övgü sevgisi ve gururu öyle ağır basar ki, gözleri kendi kabahatlerini görmez, kabahatleri hakkında söylenenleri işitmez olur.

   Makam ve baş olma sebepleri:

   Makam ve baş olma sevgisi ve hırsının sebepleri üçtür:

   Riyaseti vesiyle kılmak:

   İnsanoğlu reis olmak ister. Çünkü onunla nefsin arzu ettiği şeylere ulaşacaktır. Yani onlara ulaşabilmesi için bulunduğu makam ve mevkiyi basamak yapması lazımdır. Nefis kendisinden yasak edilen şeyleri sevmek, tabiatı üzere yaratılmıştır; Allahü Teala’nın haram kıldığı şeyleri sever ve ona aşık olur.

   İşte makam ve mevkiini kendisine haram olan şeylere vesile kılması haramdır. Çünkü, harama vesile olan şey de haramdır.

    Bulunduğu makam ile hakkını almak:

   Bir makama geçmesini istemekte. Çünkü, o makama geçtiği takdirde başkalarının üzerindeki hak ve hukuku almak kolaylaşacaktır. Veya meşru olan bir maksadı temin etmesi kolay olacaktır. Sadakalar vermek ve mescidler yapmak ve yaptırmak gibi. Veyahut da mübah olan emeller elde etmek gibi ki, bunlar türlü yiyecekler ve içecekler ve meskenler temin etmek veya çok kadınla evlenmek gibi. Veya zalimin elinden mazlumların hakkını almak için veya emr-i mâruf, nehy-i münker yapmak suretiyle dini aziz kılmaktır. Bu işleri yürütmek için makama talip olması caizdir, hatta müstehabtır. Çünkü meşru bir şeye vesile olan şey de meşrudur. Allahü Teala salihlerden hikaye ederek buyurur ki: ,,Ey Allah’ım! Bizi müttakiler için imam kıl!” Süleyman Aleyhisselam de şöyle dua eder:

   ,,Ya Rabb’i! Bana öyle bir mülk bağışla ki, benden sonra öyle bir mülke kimse layık olmasın!”

   Usul kaidelerindendir: ,,Bizden öncekilerin şeriat’ları bizim için de şeriat’tır, Allah Kitab’ında, Peygamber sünnet’inde inkâr etmeksizin kıssa ederlerse.” Sonra bir hadis-i şerif de mealen şöyledir:

   ,,Benim bir tek gün, hak ve adalet üzere hükmetmem, benim için bir sene Allah yolunda savaşmaktan daha sevimlidir.”

   Bir başka hadis mealen şöyle:

   ,,Bir saat adalet, altmış sene ibadetten daha hayırlıdır.

   Daha başka bir hadiste de, ,,Toplumun huzuru için, sultanın menetmesi, Kur’an’ın men etmesinden daha çoktur. Yani, nasihatın kâr etmediği yerde kılıca başvurulur, demektir.

   Yok eğer, yukarıda zikredilen şeyler mahzurdan hali değilse, müstehab olmak şöyle dursun, caiz bile olmaz. Yani riyaset istemesindeki maksadı her ne kadar ibadet ve taatsa da fakat yukarıda zikredilen mahzurlardan hali değilse, yani gösteriş, hakkı batıla karıştırma, vacibi veya sünnet’i terketme gibi şeylere sebebiyet verecekse, caiz bile olmaz. Çünkü, niyyet sahih de olsa haram ve mekruhlarda tesir etmez. Yani yine haram haramdır, mekruh da yine mekruhtur. Belki haram daha da şiddetlenir, kerahetler daha da artar. Evet; şunu söyleyebiliriz ki, bugün bazı kendini bilmezlerin ,,Ameller niyyetlere göredir!” mealindeki hadis-i serifi esas alarak, parti gibi İslam’da olmayan sistemleri, putların önünde eğilmeyi, saygı duruşu yapmayı, gayri meşru yemin yapmayı, kemalist anayasayı ve ilkeleri koruyacağına yemin etmeleri ve altına da imza atmaları davanın tahakkuku için papaz elbisesi giymeye hazırım, demeleri ve benzeri sözler ve hareketleri yapmayı, iyi niyyetle yapıldığı takdirde caiz olacağını söylemeleri İslam’a ve şeriat’a iftiradır. Ya İslam’ı bilmemenin veya İslam’a bile bile ihanetin bir ifadesi ve isbatıdır. Hadis-i şerif’in bunlarla hiçbir alakası yoktur. Yukarıda da bir nebze söylediğimiz gibi, haram kılınan ve mekruh olanın hükmü, helal ve ibahe niyyetinin aslına eklenmesiyle daha da şiddetlenip ağırlaşır. Niyyet ancak itaatta müessir olur: Şu bir hakikattır ki, bazı ameller var ki, iyi niyyetle yapıldığı takdirde adam öldürme gibi ki, haksız yere öldürüldüğü takdirde haram, kısas veya recmen öldürüldüğü takdirde caizdir. Keza; bir insanın vücudunu kesmek, yaralamak niyyetiyle olursa haram, ameliyyet niyyetiyle olursa caizdir. Bir silah düşünün: Suçsuz bir kimseye karşı kullanıldığı takdirde haram, fakat düşmana karşı savaşta kullanıldığı takdirde caiz hatta sevap!..Ama tekrar ediyorum: İyi niyyet hiçbir zaman haramı helal, mekruhu mübah yapmaz. Bu meseleyi iyi belle de gafillerden olma!..

   Makam ve şöhreti sevmek ve ondan haz duymak:

   Makam ve mevkii istenmesi ve sevilmesi meselesinin bir şekli şuuru; Onu kemale ermiş, olgunluğa varmış zannetmesidir. Mal sevgisi gibi malı seviyor, onunla beden yapısı zinde ve sağlam olsun ve yerken de ondan lezzet alsın!..

   Bu durumu, eğer mahzurdan hali ise haram olmaz. Fakat kınanmaktan da kurtulmaz.

    İlacı ve devası:

  Böyle bir tür makamı istemek her ne kadar haram değilse de mezmum olmaktan hali değildir. Böyle olması hasebiyle onun da bir ilacı ve bir tedavi şekli vardır. İlacı ise, o makamın hakiki bir kemal ve olgunluk olmadığını bilmektir. Çünkü, o fanidir ve sefası olmayan bir şeydir. Fuzeyl b. İyaz şöyle der:

   ,,Dünya fani olan altundan, ahiret ise baki kalan çanak ve çömlekten olsa bize gereken bakî kalan çanak ve çömleği fani olan altuna tercih etmektir. Kaldı ki, çanak ve çömlek fani, altun ise bakidir.”

   Allah Resulü (s.a.v.) şöyle buyurur:

   ,,Mezara giderken cenazeye üç şey tabi olur. Biri kalır, ikisi geri döner. Beraberinde kalan amelidir. Geri dönenler ise ailesi ile malıdır.” (Mesabih)

   Elhasıl: İki şeyden veya iki âlemden birini tercih gerekiyorsa, şuurlu insanın tercihi ahiret ve baki olan olmalıdır. Çünkü, Kur’an şöyle diyor:

   ,,Doğrusu sizler dünya hayatını tercih ediyorsunuz. Halbuki ahiret daha hayırlı ve daha devamlıdır.” (A’la, 16-17)

 

    Melik ve Zahid:

   Rivayete göre meliklerden biri zahid (sufilerden) birini ziyaret etmek ister. Sufi, melikin geleceğini duyunca kendisine bir yemeğin ve bir de bir çorbanın getirilmesini ister. Melik gelince sufi yemeği önüne alır, hırsla ve lokmaları büyük büyük keserek oburca yemeğe başlar. Sufi, bu halini gören hükümdarın gözünden düşer, geldiğine de pişman olarak çıkar gider. Zahid, hükümdarın gittiğini görünce, ,,Ol Allah’a hamd olsun ki bunu benden giderdi,” der.

   Şurası unutulmamalıdir ki, bu gibi hallerden yüz çevirme avamın halidir. Yoksa havassı, hüsni zannettiği kişinin bu gibi hallerini gördüğü zaman onun hakkındaki kanaati değişmez. Çünkü, bunlar genelde mübah şeylerdir.

    Melamiler:

   Melamilik, Ebu Hafs Haddad Nişaburî (ölüm h. 260) ve Hemedan Kassar (ölüm h. 271) ismindeki kişiler tarafından kurulan bir tarikattır. ,,Melamet” hor görülen, aşağılanan ve kınanan gibi manalara gelmektedir. Melamîler kendilerini hor gördükleri gibi, başkalarının da kendilerini hor görmelerini isterler. Bu suretle kibir ve gurur gibi kötü hasletlerin gideceğine inanırlar. Melamiler Kur’an-ı Kerim’in Maide 54. ayetinde sözü edilen kavmin kendileri olduğuna inanırlar. Melamîler’in bu görüşü İslam’a aykırıdır. Şeriat’ta böyle bir şey yoktur. Ve bu aynı zamanda Peygamber’in (s.a.v.) şu mealdeki hadis-i şenf’ine de aykırıdır:

   ,,Töhmet getiren yerlerden ve hareketlerden sakın!”

   İnsan şunu bilmelidir ki, işte bu, yani başkalarının kendisini hor görmesini istemek şeriat’ta pek caiz görülmemektedir.

     Kemâle erme yolları:

   Gerçi bu davranış şekilleri hallere ve şahıslara göre değişebilir. Onların maksadının efdal olana teşebbüs etmesi mümkün olur. Çünkü, bu kabil davranışlar ziyaret edene nazaran kemale ermek ise de ziyaret olunana nazaran bir noksanlık olabilir. Nitekim Hz. Ali’den öyle nakledilir:

   ,,Sen öyle bir şehirde durma ki, oradaki insanlar senin vesilenle kemale ermek istiyorlar ve fakat sen onların yüzünden kemal kaybediyorsun, noksanlaşıyorsun!”

    Bir de şöyle denilmiştir:

   ,,Çok arkadaş edinmekten sakın! Öyle arkadaşlar ki; en azından gelip seni meşgul ederler ve bir nevi senin zamanını çalarlar ve fakat ziyaretleri sana bir şey kazandırmaz. Halbuki zaman senin sermayendir. Kazanacağını onunla kazanacaksın!.. Bu sebepten dolayı olsa gerek ki, meşayih, insanlarla sıkı fıkı haşrü neşr olmazlar, uzlet ederlerdi.” Hatta şöyle de denilmiştir:

   ,,Bu zaman sükut zamanı, eve kapanma zamanı ve az şeyle kanaat etme zamanıdır,”

   Bu arada şunu da unutmamak gerekir ki, “Emr-i mâruf, nehy-i münker” farzdır. Hele hele ehil kişiler olursa, farzdır. Farzı terkedip nasıl eve kapanabilir? Ancak ikisinin arasını bulmak; ifrat ve tafrite varmamak lazımdır. Şöyle ki: Gerektiğinde insanların içine gidip onların hallerine muttali olmalı, lazım gelen ikaz ve irşatta bulunmalı ve onlarla daha fazla haşrü neşir olmamalıdır. Neden? Çünkü, kendini bilmezlerle laubali olup oturup kalkmak, âlime birşey kazandırmıyacağı gibi, onun onlar üzerindeki itibar ve ağırlığını hafifletir.

    Adil veya zalim devlet adamı:

   Ama bir makam düşünün ki, o makama geçmeye hırsı ve pek sevgisi yoktur ve dünyevî bir şan ve lezzet de düşünmemekte. Böyle olursa idarenin başına geçmesi kötü bir şey değildir, hatta aklen de şer’an da güzeldir. Niçin güzel olmasın? Çünkü, adaletle bir saat icraat yapmak, günlerce hatta senelerce amel ve ibadetten daha hayırlıdır. Haberler ve eserler bunu teyid etmektedir. İşte bundan dolayıdır ki, adil bir devlet reisi kıyamet gününde insanlar arasında en üstün makam sahibi olacaktır. Nitekim: Arşın gölgesinde gölgelenecek yedi kişiden birinin hatta birincisinin adaletle hükmeden devlet reisi olduğu kaydedilmektedir. Keza; zâlim bir devlet reisi ise, o da ogün insanların en alçağı olacaktır.

   En yüksek makam peygamberlerin makamıdır. Sonra Hülefa-i Raşidin’in makamı gelir. Bunlar şerefli makamlar olmanın yanında ne peygamberlerin ne de Hülefa’nın bunlara karşı sevgisi ve hırsı yoktu: Onlar, bu makamların kendilerine ağır mesuliyyetler yüklediklerinin idrâki içinde idiler.

    Ruhsat ve azimet.

   Bir vazifeye talip olma veya verilen bir vazifeyi kabullenme hususunda ulemanın ihtilafı vardır. Sahih olan şudur ki, ruhsat kendisine verilen bir amme hizmetini, ister devlet reisliği olsun, ister kadılık ve benzeri cinsten bir görev olsun, kabullenmesinde ruhsat vardır. Yani caizdir. Fakat almaması ve kabul etmemesi azimettir, evlâdır. Yalnız bir şartla: Kendisinden başkası da o işi hakkıyle yürütebilirse. Bu gibi hizmetleri kendisinden başka hakkıyla yürütecek yoksa alması azimettir ve hatta talip olması yerinde ve isabetli olur. Kabullenmesi ruhsattır. Çünkü, peygamberler ve Hulefa-i Raşidin bu gibi görevlerle meşgul olmuşlardır ve bu hizmetleri yürütmüşlerdir. Ve bunda ayrıca Rabb’ülâlemin’in hududlarını koruma ve hükümlerini icra etme vardır. Ulemadan bazıları da kerahetine kail olmuşlardır. Delil olarak da Efendimiz (s.a.v.)’in şu hadis’ini almışlardır:

   ,,Bir kimse kadılıkla mübtela olursa, o, bıçaksız kesilmiş gibidir.” (Bu hadisi Hassaf rivayet etmiştir)

   Abdullah b. Vehb, kadılığa tayin edilmek istenmiş, ama kendisi kabul etmemiş. Yakayı kurtarmak için de evine çekilmiş, gelenlere kendini deli göstermek için elbiselerini yırtıyor ve yüzünü tırmalıyordu. Kendisine: ,,Sen bu görevi kabul edip adaletle hükmedersen senin için hayırlı olur,” diyenlere şöyle cevap verir: ,,O sizin aklınız! Hiç mi işitmediniz Peygamber’in şu hadisini: ,,Kadılar sultanlarla, ulema ise peygamberlerle haşrolunacaktır.”

   Bu mevzuda İmam-ı Azam Hazretleri’nin kıssası meşhurdur. Kendisine kadılık teklif edilmişti. 0 bu görevi kabul etmedi. Doksan kamçı vurdular. Hayatının tehlikeye düşeceğinden arkadaşlariyle istişare etti. Bu arada imam Ebu Yusuf şöyle dedi: ,,Sen bu görevi alırsan insanlar senden fayda görecektir.” İmam şu cevabı verdi: ,,Eğer sen bana şu denizi yüzerek geçeceksin diye emretsen benim buna gücüm yeter mi?” diye cevap vermesi üzerine Ebu Yusuf şu karşılığı verdi: ,,Evet deniz derin ama gemi sağ1am ve kaptanı da âlimdir...” (Şerh-i İbn-i Melek)

   Şerh-i Nikaye’de zikredildiğine göre, Ebu Hanife’ye kadılık teklif edildi. Kabul etmedi. Hergün kendisine on kamçı vuruldu, yine kabul etmedi. Kamçıların altında vefat etti. (Allah kendisine rahmet eylesin!)

 

AYIPLAMA KORKUSU VE KÜFÜR:

 

   Küfre sebep olanlardan birisi de başkaları tarafından kötülenme ve ayıplanma korkusudur. Ebu Talib’in küfrü gibi. Ebu Talib Ali Kerremehullahü veche’nin babası, Allah Resulü (s.a.v.)’in de amcasıdır. Hz. Muhammed’in Peygamber olduğunu bildiği halde iman etmedi. Sebebi ise, insanların kendisini kötülemesinden ve kınayacağından korkma endişesi idi. Rivayete göre, Ebu Talib’in ölüm döşeğinde olduğu bir sırada Allah Resulü, ona şöyle demişti:

   ,,Sen bir kere La ilahe illallah de. Ötesi bana ait; Rabb’im indinde senin için davacı olurum.” 0 da şöyle cevap verdi: ,,Ey kardeşimin oğlu! Bildim ki sen doğrusun! Fakat, hakkımda korkarım ki şöyle derler: Ebu Talip ölümden korktu da müslüman oldu. İşte beni bu şekilde ayıplamalarından korkuyorum.” Bunun üzerine ,,Sen sevdiğine hidayet veremezsin!..” mealindeki ayet-i kerime nazil oldu.

   Diğer bir rivayet de şöyle:

   ,,Kureyş’in ileri gelenleri, Ebu Talib’in hayatından ümitlerini kestikleri bir sırada toplandılar ve ona dediler ki:

   Biz senin riyasetini itiraf etmekteyiz ve herhangi bir hususta sana muhalefet etmek istemeyiz ve istemedik. Fakat Muhammed’le aramızdaki husumetin senden sonra da devam etmesinden korkuyoruz. 0 halde ona nasihat et de bizim dinimize taarruz etmesin!..

   Bunun üzerine Ebu Talib yeğenini çağırdı ve ona bunların dediklerini tebliğ etti, fakat fayda vermedi, yani Peygamber Efendimiz bu teklifi kabul etmedi. Sonra Ebu Talib bir söz söyledi ki, Allah Resulü onun bu sözünden İslam’a meylettiğini hissetti. Bu ümidle Ebu Talib’i imana davet etti. Ebu Talib’in cevabı şu oldu:

   ,,Şayet insanların bana tan etmesi korkusu olmasaydı, elbette sana iman ederdim ve senin gönlünü yapardım...”

   Bir kavle göre: 0 sırada Ebu Talib bir şeyler söyledi. Fakat sesi az çıktığından ne dediği anlaşılmıyordu. İbn-i Abbas (r.a.) ona yaklaştı da dedi ki, Sana iman etti. Delail-i Nübuvvette de böyle rivayet edilmektedir. Ve bilcümle; Ebu Talib’in imanında ihtilaf olunmuştur. Bir kavle göre “Evet”, bir kavle göre de ,,Hayır”. Ehl-i Sünnet’in görüşü ikincisidir. Nitekim Ebu Hanife, ,,EbuTalib küfür üzere ölmüştür” dedi. Hz. Ali’nin şu sözü de bunu teyid etmektedir: ,,Ey Allah’ın Resulü! Senin dalaletteki ihtiyar amcan ölmüştür.” 0 da cevap verdi ve dedi ki: ,,Onu yıka, kefenle ve defnet. Biz de onun için Allah’a dua edelim. Ta men olunmamıza kadar.”

   Rivayet olunur ki, Peygamber (s.a.v.), ona dua için bir kaç gün kendini zorladı, evinden çıkmadı. Peygamber’in bu durumuna vakıf olan bazı sahabe küfür üzere ölen akrabaları için de dua etmeye başladılar. Bunun üzerine şu ayet-i kerime geldi:

   ,,Peygamber için ve iman edenler için müşriklere istiğfar hakkı yoktur. Her ne kadar onlar akrabaları olsalar da...” (Tevbe,113) Bu hususta bir de hadis-i şerif vardır:

   ,,İnsanların kıyamet gününde azabı en hafif olan Ebu Talib’tir. Onun için ateşte iki nalin vardır ki, onlardan onun dimağı kaynıyacaktır.”

   Rivayete göre, Kureyş onun yanına toplandı. Ebu Talib onlara şu sözleri söyledi: ,,Sıla-i rahm yapacaksınız, zayıflara yardım

edeceksiniz, yolculara vereceksiniz, sözün doğrusunu söyliyeceksiniz ve emanetlere riayet edeceksiniz..

   Bu tavsiyelerden sonra da şunu ilave etti ve dedi ki:

   ,,Muhammed’e tabi olun! 0 Arab’ın güvenilir adamıdır, sözünde sadıktır. Onun davasını akıl kabul eder, dil ona şahidlik yapar. Ve benim itikadım şudur ki, Arab ve Acem beldeleri ona iman ve itaat ederler. Alemin idare ve icraatı onun elinde olacak. Ey Beni Haşim! Ona yaklaşınız, nefislerinizle ve mallarınizla ona yardım ediniz!” dedi. O sırada Allah Resulü geldi. Kureyş’in ileri gelenleri Ebu Talib’in yanını terk etmediler. Onun iman etmesinden korkuyorlardı. Buna rağmen Allah Resulü amcasına hitaben şöyle dedi:

   Ey amcacığım! Allah seni hayırla cezalandırsın! Sen beni küçüklüğümde de büyüklüğümde de himaye ettin ve bu hususta kusur etmedin! Senden son ümidim senin iman etmendir ki, yaptığın bu iyiliklere mükâfat olsun ve hizmetine denk olsun!..” Buna cevaben Ebu Talip şöyle dedi:

   ,,Senin bana olan şefkatini biliyorum. Fakat eğer iman üzerine ölürsem onların beni ayıplamasından korkuyorum. Eğer bu endişem olmasaydı, teklifini kabul edip seni ben sevindirirdim!..” dedi ve bu hususta bir şiir irad etti:

   ,,Senin sözün haktır, sen de emin bir insansın...” Kureyş bunu işitti ve gelip onun etrafında toplandı. Ebu Talib’ten babalarının dini üzere kalmasını ısrarla istediler. 0 da onların bu ısrarına dayanamıyarak ,,Ben ecdadımın dinini terk edemem!..” dedi. Bunun üzenne Efendimiz:

   ,,Amca! Sen bana iman etmelerini kavmine tavsiye ediyor, kendin iman etmiyorsun!..” dedi.

   Ebu Talip:

   ,,Sıhhatta olsaydım elbette sana iman ederdim. Fakat ölümden korkdu da iman etti denilmesini istemiyorum.. .“ dedi.

   İşte bu, yani ayıplanmadan korkarak imanı terketmek, kalbin münkerâtından dördüncüsüdür.

   Demek oluyor ki, bir kimsenin kendi hakkında ,,şöyle derler, böyle düşünürler, beni ayıplarlar, beni kınarlar” gibi düşünceler, kendisine hakim olursa akibeti kötü olur; bildiği halde iman etmeye bile yanaşmaz. Bunun ilacı ise şunun veya bunun dedikodusuna iltifat etmeyip sadece ve sadece Allah’tan korkmaktır.

   Medhedilme ve övülme sevgisi:

   Zemmedilen şeylerin altmış kadar olduğunu görmüştük. Bunlardan beşincisi de övülmeyi ve medhedilmeyi sevmektir. Yani başkaları tarafından övüldüğü veya takdir edildiği takdirde sevinmesi ve hoşlanması. Bu ikisi, yani zemmedilme korkusu veya medhedilme sevgisi; sebep, hüküm ve ilaç yönünden riyaseti sevme gibidir.

   Sevme yönünden: Şöyle ki, medh ile, nefsin iştahının çektiği haram kılınmış şeylere ve hakkını almaya tevessül eder. Kemalât (olgunluk) zannıyla onunla lezzet duyar.

   Hüküm yönünden de onun gibidir. Şöyle ki: Haram olma, müstehab olma ve mezmum olma yönünden aynıdır.

   İlaç yönünden de ona benzemektedir. Fena bulacağından dolayı gerçekten kemal olmadığını, tersine vehmî bir iş olduğunu, zevilinin,  çabuk gelip geçici olduğunu bilmesidir

   Tekrar ediyorum: Zemmedilme korkusunun giderilmesi şöyle olur: Düşüneceksin, eğer seni zemmeden haklı ise, yani sadık ise,

diyeceksin ki, bu adam bana farkına varmadığım bir şeyi, bir hatamı, bir ayıbımı bana hatırlatmıştır ve dolayısıyla bana nasihat etmiştir ve benim iyiliğime çalışmıştır!.. Şayet ayıp mevzuu, giderilmesi mümkün olan şeylerden ise (kibir, riya, hased, namazı terketmek, kullara zulmetmesi gibi) giderilmesi mümkün ise hemen onları terketmelisin ve bunların tersini tatbik ederek hakkın indinde övülmeye layık olmalısın ve neticede bilmelisin ki, seni zemmeden kişi aslında bana iyilik yapmıştır.

   Bir kaç misal:

   Hasan El-Basri’ye gelmişler ve demişler ki, falan kimse senin hakında gıybet etti, seni kötüledi. 0 da buna mukabil bir tabak tatlı göndermiştir ve demiştir ki, ona söyleyin: 0 bana kendi sevaplarını göndermiş, ben de kendisine hediye kabilinden bu tatlıyı gönderiyorum...

   Yine İmam-ı A’zam’dan rivayet edildiğine göre, ,,Filan kişi senin gıybetini yapıyor...” 0 da ona birkaç dinar gönderdi. Ve ,,Şayet o hasenelerinden bize daha verirse biz de dünyalıklardan daha göndeririz” diye ilave etti. Zira onun kötü niyyeti, benim için bir nimet olmasına tesir etmez ve benim için bir menfaat olmasından çıkarmaz.

   Keza; meşayihin birinden şöyle bir hikaye anlatırlar: Beni bana bildiren kişi eğer medhedici ise, ben derim ki, o beni ben olarak görmedi, ancak beni kendi sureti gördü de onun için medhediyor. Yani beni gerçek çehremle değil, kendi çehresiyle gördüğü için beni medhetme yoluna gitmiştir. Rabb’ime hamd ederim ki, beni veli kullarından birinin suretinde gösterdi. Eğer zemmedici ise, ben derim ki: Allah bu adama benim ayıplarımı gösterdi de o da bana açıkladı. Dolayısıyla bu adam, beni bana nisbet ettiği şey ile beni isimlendirdi ve hatırlatıyor ki, işte o sıfattan korunalım. Allah’ın kullarına ancak bir veli nasihat eder.

   Ve şayet o zemmetmeği ayıp ve kusur öyle bir cinsten ki, onu giderme kendi elimde değildir. 0 zaman da ikinci bir nimet var. 0 da bedene arız olan (körlük, felç, gabilik, zekâsızlık gibi) giderilmesi mümkün olmayan şeylerdir ki, mütenebbih ve müteyakkız olma ciheti yoksa da ikinci kazancı elde etmiş olur. 0 da zemmedenin ecir ve sevaplarının kendisinin defterine yazılmış olmasıdır.

   Eğer zemmedici, şayet zemminde ve kınamasında haksız ve yalancı ise, o zaman da diyeceksin ki, bu adam bana bühtan etti ve bu yüzden kendi nefsine zarar verdi. Ama benim için ikinci nimet hasıl oldu. Yani hasenelerini bana hediye ederken arkasından da günahlarını kendi yüklendi. Hem de bu hediye diğerinden daha çok ve daha büyüktür. Çünkü, gıybetten bühtan daha büyüktür. Zira gıybet adamda olan bir kusuru, kendisinin bulunmadığı bir mecliste ayıplıyarak dile getirmektir. Bühtan ise, adamda olmayan bir şeyi adamda varmış gibi söylemek ve göstermek, demektir.

   0 halde zemmedilen kişide hasıl olan elem ve elemi duymak, ancak hedefi dünya olan kişiye aittir yoksa himmet ve gayesi ahiret olan kişi için böyle bir elem ve üzüntü bahis mevzuu değildir. Çünkü onun nazarında medhin de zemmin de farkı yoktur. Çünkü o biliyor ve inanıyor ki, takib ettiği yol doğrudur ve sırat-i müstakimin tâ kendisidir.

   Kuseyri risalesinde anlatıldığına göre, insanların gıybetini yapan bir kimse kime benzer? Ol kimseye benzer ki, bir mancınık dikmiş, onunla hasenat ve hayırlarını şarka ve garba atıyor. Mesela: Horasanlı birinin, Hicazlı birinin, Türkiyeli birinin gıybetini etmiştir. Dolayısıyla ne yapmış oluyor? İyilik ve hasenelerini onlara dağıtmış oluyor ve artık kendisine bir şey kalmıyor.

   Birde şöyle denmektedir: Kıyamet gününde kişiye amel defteri verilir. Fakat defterinde kıldığı namazları, tuttuğu oruçları, yaptığı diğer ibadet ve taatleri göremez olur ve sorar: Ya Rabb’i! Hani benim ibadetlerim? Cevaben denir ki: Senin yaptığın ibadet ve taatlar, gıybet ettiğin kişilerin defterine yazılmıştır. Keza gıybeti yapılan kimseye de kitabı verilir. 0 da defterine bakar ki, yapmamış olduğu birçok ibadetler defterine yazılmıştır. 0 da sorar ve der ki, bunlar bana nereden? Halbuki ben bunları işlemedim? Cevab olarak kendisine denir ki, evet onları sen işlemedin ama, falan senin gıybetini ettiği için onun yaptığı hayır ve haseneler senin defterine yazıldı.

   Tenbih isimli kitapda kaydedildiğine göre, Allah Resulü (s.a.v.) şöyle buyurur:

   ,,Kişiye amel defteri açık olarak verilir. 0 adam der: Ya Rabb’i! Nerede benim yaptığım ameller? 0 yaptığın ameller, insanların gıybetini ettiğin için defterinden silindi (gitti), denir.”

   Şayet, hayır ve hasenatı gıybet ettiği kisilere verilir de yapmış olduğu gıybetler bitmezse, o zaman da ne yaparlar? Gıybet ettiği kişilerin kötülük ve günahları, gıybet edenin üzerine devredilir. Nitekim Allah Resulü anlatır:

   ,,Kim zulüm etmişse, yani kardeşinin ırzına veya herhangi bir şeyine tecavüz etmiş ise ondan bu dünyada hemen helallık alsın, öyle bir gün gelmeden önce ki, o günde ne dinar vardır ne de dirhem. Eğer salih amelleri varsa, haksızlığı kadar alınır, mazluma verilir. Ve şayet salih amelleri biter de yapmış olduğu haksızlıklar bitmezse o zaman da mazlumun günahları haksızlık yapana devredilir.” (Mısbahta böyle)

   Medhedilmeyi sevme yolundaki üçüncü sebep:

   Sebep iki: Bunlardan biri, medhedenin bildirmesiyle medhedilen, vakıa (gerçeğe) uygun bir olgunluğu idrâk ettiğinden dolayı lezzet duymasıdır. Üçüncü sebebin ikincisine gelince: Nefsin; medheden kimsenin kalbine malik olduğunu ve bu sebeple de diğerlerinin kalplerine malik olacağını idrâk etmesiyledir. Keza nefsin haşmetini ve kendisine tazim ve saygı edildiğini ve başkalarının ondan haya etmelerini ve ona karşı tevazu için büzülmelerini idrâk etmesiyle lezzet bulmasıdır.

   Bunun ilacı ise:

   Riyaset sevgisindeki hastalığın ilacı ne ise, bu hastalığın ilacı da odur. Yani, kendisini başkalarının medhetmesi, hakiki bir kemal olmayıp gelip geçici dünyaya ait bir telezzüzdür.

   Bu arada şuna da işaret etmek yerinde olur:

   Ahireti düşünen, Allah’ın rızasını düşünen âlimlerin şanı sudur ki:

   Nefisleri onlara tesir edemez, seytanlar da onları aldatmak için yol bulamazlar. Çünkü, onların hedefi sırf Allah’ın rızasını kazanmaktır. Gaye bu olunca elbette Allah onlara yardım eder de ne nefis ne de şeytan onlara zarar veremez. Fakat bir âlim düşünün ki, onun gayesi dünyadır ve dünyalıktır. İşte böyle âlimlere Allah sahip çıkmaz ve onları vikaye ve himayesi altına almaz. Artık onlara nefis de tesir eder şeytan da. Hatta böyle âlimler, bunların oyuncağı haline düşerler ve onu aldatır ve oynatırlar. Dünyadaki halleri böyle olursa bir de siz onun ahirette çekeceğini bir düşünün’.

   Bir kaç örnek:

   Bel’am b. Baura: Başlangıçta ilim adamı, fazilet, irfan ve hikmet sahibi; ağzından çıkan hikmetli sözleri yazmak için on iki tane kâtibi var; yazmakla bitiremiyorlar. Başını kaldırıp yukarı baktığında Arş-ı Ala’yı müşahede ediyordu vesaire!.. Böyle iken ne oldu? Dünyalık varlıklara döndüğü, o yoldaki ve o yöndeki cereyanlara kendisini kaptırdığı için sonunu getiremedi; dünyası da gitti ahireti de. Kıssa şöyle:

   ,,Ey Habibim: Onlara şu kimsenin haberini oku ki, biz ona ayetlerimizi vermiştik de o bunları inkâr edip imandan sıyrılıp çıktı. Böylece şeytan onu peşine taktı. 0 da azgınlardan oldu. Eğer dileseydik onu ayetler ile iyiler derecesine yükseltirdik. Fakat o yere çakıldı ve hevesine uydu. Artık onun durumu köpeğin hali gibidir ki, üstüne varsan da dilini çıkarıp solur. Kendi haline bıraksan da yine dilini çıkarıp solur. İşte ayetlerimizi yalan sayanların durumu budur. Bu hadiseyi onlara anlat. Olur ki iyice düşünürler.” (Araf, 175- 176)

   Bersise gelince:

   Manastırında yetmiş sene ibadette bulunmuş, bu esnada göz kapayıp açınca günah işlememiştir. Hatta havada uçtuğu ve himmeti sayesinde binlerce talebe yetiştirmiş olduğu ve bütün bunlara rağmen küfür üzere öldüğü rivayet edilmektedir.

   Kur’an şöyle der:

   ,,Şeytan gibi ki, bir vakitler insana: ,,Kâfir ol!” demişti. 0 insan kâfir olunca, şeytan şöyle dedi: Ben senden beriyim. Çünkü ben âlemlerin Rabb’i olan Allah’tan korkarım. İkisinin de akibeti ebediyyen kalmak üzere ateş oldu. Zalimlerin cezası budur.” (Haşir, 16)

   İblis Aleyhillâne:

   Bir de İblis’in hayatına bakınız: Seksen bin sene Allah’a ibadet etti ve bu arada ayak basmadığı bir yer kalmadı ki, orada secde etmiş olmasın. Sonra Allah’ın bir emrini terkettiğinden dolayı ebediyyen Allah’ın lânetine uğradı.

   Mühim olan akibet:

   İşte gördünüz bu üç misali! Hayatları nasıl başladı ve nasıl bitti? İbadetle başlamışken kâfir olarak ölüp gittiler ve ebediyyen mel’un oldular.

   O halde müslümana düşen, işin bidayetinden ziyade akibetinden korkmalı ve daima Allah’a sığınmalı ve yalvarmalıdır. Evvelki müslümanlar işin akibetinden korkardılar. Bize düşen ise daha da titiz davranmamız gerekmektedir.

   Hazreti Ömer’in yüzünde iki siyah gözyaşı çizgisi vardı. Yani benim akibetim nasıl olacak diye düşünür ve ağlardı. Çünkü o da biliyor ve inanıyordu ki, işin önünden ziyade sonu mühimdi...

   Yine Hz. Ömer’den rivayet: Allah Resulü (s.a.v.) şöyle buyurdu:

   ,,Bir kimse, halim nice olacak diye işin akibetinden ve hatimesinden korkmazsa, onun dininin gitmesinden korkulur.”

   Ulema ve haşyetullah:

   Kur’an şöyle der:

   ,,Kulları içinden Allah’tan korkan ancak âlimlerdir...” (Fatır, 28) Haşyetullah, yani Allah’tan korkmak ve daima O’nun havf ve haşyeti içinde olma ilmin gereği ve ilmin meyvesidir. İnsanoğlunun ilmi ve irfanı arttıkça Rabb’isini daha iyi tanır, O’nun yüce isim ve vasıflarına daha çok muttali olur, O’nun azamet ve kudretini daha çok düşünür ve bunların neticesinde de insanlar arasında Allah’tan en çok korkanlar arasına girer.

   İşte gercek manada ilim adamı, Allah’tan en çok korkan ulemadır. Zira ilim bunu gerektirir. Ayetde bunu ifade ve isbat etmektedir. Usulda bir kaide vardır: ,,Bir hükmü bir vasıf üzerine tertip etmek, o vasfın o hükme illet olduğunu iş’ar eder.” Bu kaide burada da caridir. Allahü Zülcelal’den korkma hükmünü ve haberini ilim vasfıyle vasıflandırıyor. Demek oluyor ki, nerede ilim varsa orada korku, yani ilahî korku vardır. Kişide ilim arttıkça ondaki korku da o nisbette artar. Allah Resulü öyle buyurmuş:

   ,,İçinizde Allah’ı en çok bilen ve O’ndan en çok korkan benim!” Rabb’imiz melekleri bu vasıfla tavsif ediyor ve diyor ki:

   ,,Onlar, yani melekler O’nun korkusundan titrerler.” (Enbiya, 28)

   Sual ve cevap:

   Allah Teala’nın Kur’an’da: ,,Rabb’leri katında onların mükâfatları, içinde devamlı kalacakları, altlarından ırmaklar akan Adin cennetleridir. Allah onlardan razı olmuş, onlar da Allah’tan razı olmuşlardır. Bu mükâfat Rabb’inden korkan kimselere mahsustur.” (Beyyine,

   Bu ayet-i celile’yle, ulemaya güven ve garanti vermiyor mu? Çünkü, birinci ayetten şu kaziyye çıkmaktadır: ,,Ulema öyle bir kavimdir ki, onlarda haşyet vardır.” Birinci ayetten çıkan kaziyye budur. İkinci ayetten çıkan kaziyye ise, ,,Her kavim ki onda haşyet vardır, onlar için cennet vardır,” yani onlar cennetliktir. Bu iki kazziyeyi suğra ve kübra şekline getirdiğimiz takdirde şekl-i evvelden şu neticeye varırız:

   ,,Ulema için cennet vardır.”

   Cevab:

   Cevaben denir ki, suğradaki ulemadan murad, eğer her âlimse ayetin buna delalet ettiğini kabul etmeyiz. Çünkü, ulema kelimesi haşyetullah ifadesine kasredilmiş değildir. Bilakis durum tersinedir. Zira; “İnnema”da maksurün aleyh ahirki kelimedir. 0 zaman mana şöyledir: ,,Ancak ulema Allah’tan korkar” manası çıkar. Eğer murad hepsi iken bir kısmı matlub olursa takribin tamam olduğunu kabul edemeyiz. Şayet murad ulemanın bazısı ise, cennetin, bir kısım ulema için olmasından herhangi bir âlim için eminlik lâzım gelmez. Bu da açıktır. Yukarıda geçti: Haşyet ilimin gereklerindendir. Şayet bir kimsede korku yoksa onda ilim de yoktur. Ama o kimse ki, sureten onda ilim vardır ve fakat onda korku yoktur. Öyle ise o, gerçek manada âlim değildir. Yukarıda zikredilen kaideyi nazari itibara aldığımız takdirde ilmin haşyete götüren kuvvetli bir sebep olduğudur, yoksa eminlik ve güvenliğe sebep olmadığı ortaya çıkacaktır.

   İlim gibi amel de Allah korkusuna götürür:

   Rabb’ülâlemin Kitab-ı Kerim’in de şöyle buyurur: ,,Onlar; Rabb’lerinin huzuruna döneceklerinden kalbieri korkar olduğu halde vermekte olduklarını verirler...” (Mü’minun, 60)

   Bu ayetin tefsirinde Hz. Aişe (r.a.) sormuş ve demiş ki: ,,Kişi, hırsızlık yapar, zina eder, şarap içer ve bütün bunlarla birlikte Allah’tan korkar. (Öyle mi?)Allah Resulü (s.a.v.) şu cevabı verdi: Hayır; lâkin kişi oruç tutar, sadaka verir ve namaz kılar ve bununla beraber yine de amellerinin kabul görmemesinden korkar.” (Tirmizi, İbn-i Mace, İbn-i Ebi’d-dünya) Yani Allah Resulü, yukarıdaki ayeti, ,,Salih amel işlerler” şeklinde tefsir etmiştir.

   Demek oluyor ki, birinci ayet, ilmin korkuya yakınlığını ifade ederken, ikinci ayet de amelin korkuya yakınlığını ifade etmektedir.

 

 
 
 
 
 
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol